Henüz uyanılmış bir sabahı
yalnız bırakır gibi, rüyaya gömdü kendini.
Şu ağaç, orada öten kuş, ilerideki tepede kendini güneşin acımazlığına terk etmiş o küçük gelincik tarlası, balkonda yıllar sonra nihayetinde açmış mercan.
Size de yer var, dedi. Gelin.
Bizsiz de var ve olacak bu yaşamasız dünya.
Bir göz yumuşu hepi topu. Gelin.
Buyur etti gelen'i, gelmeyen'e emanet sabah, dedi.
Henüz uyanılmamış bir sabahı kutsar gibi, rüyayı gömdü kendine.
Mey
14 Haziran 2016 Salı
Önce Diken'i...
Şimdi derine,
olabildiğince derine gömdü
gül'ü.
Diken açıkta.
Biliyor, hep bildi. Önce diken'i sevmişin
yüzey'i yoktur...
Mey
olabildiğince derine gömdü
gül'ü.
Diken açıkta.
Biliyor, hep bildi. Önce diken'i sevmişin
yüzey'i yoktur...
Mey
1 Haziran 2016 Çarşamba
Kurgunun Kurgusunda…
Kendini dar attı içeriye. Veya dışarıya. Neresinin içeri,
aynı şekilde nerenin dışarısı olduğu konusunda yazarın kafasındaki karışıklık
ilk cümleye yansıyacaktı elbette. Ama burada önemli olan nokta, güçlükle bir
yerden ( belki içeriden dışarıya ) bir başka
( ilk parantezin tersi de mümkün ) yere geçmiş bir kahramanı olan bir
öykünün başında olduğunun bilincinin okura verilmesiydi. Yazarın kifayetsizliği
bilgisizlikten ya da yeterince düşünülmemiş bir kurgunun kibirle yazıya
aktarılma çabasından kaynaklanıyor olabilirdi. Yazarın genellikle imdadına
yetişen, olduğu kadar artık, kolaycılığı da cabasıydı.
Aslına bakarsanız, öyle birilerinin kendilerini bir yerden (
içeri? yoksa dışarı mı? ) bir yere dar atabileceği bir hava sezilmiyordu,
yazarın çok da belirgin olmayan kurgusunun zihninde işgal ettiği yerde. Doğa
açısından da sıkıntı yok gibiydi. Soğuk değildi; kar, yağmur, çamur yoktu.
Aksine güneşli, pırıl pırıl bir gündü. Sıcaktan şikâyet edilmesini gerektirecek
bir durum da yoktu. Ilıktı hava bildiğiniz; belki hafif, tatlı bir esintinin
varlığından söz edilebilirdi. Yüzünüzü usulca yalayan, insana yaşamaya dair
yersiz bir sevinç hissettirecek bir esintiden kim kaçmak isterdi ki?
Yine de elimizde olan belliydi: yazarının, kendini içeri mi
yoksa dışarı mı dar attığına bir türlü karar veremediği bir öykünün kahramanı
ve hakkında – artık – az çok bir fikrimizin oluştuğu, kafa karışıklığından
mustarip bir yazar!
Yazardan yana çok umudunuz yoksa kahramana dönün, diye yazar
eski ve kutsal bir metinde.
“ Son anda ve güçlükle
kurtuldum. Kendisinden kaçmakta olduğumla burun buruna gelmemek için bir yerden
bir başka yere hızlıca geçmem gerekti. Olduğum yerden daha korunaklı bir, beni
bile şaşırtan bir beden çabukluğuyla atılıverdim. Kurguya göre gereksiz macera
heveslerine kapılmamam, can yakacağı ayan durumlardan uzak durmam ve oldum
olası Bir Aristoteles hayranı olan yaratıcımın kendi hayatına aktarmayı asla
başaramadığı şu meşhur “ altın orta”dan şaşmamam gerekiyordu. Belirlenmiş olanı
değiştiremeyeceğime enikonu ikna edilmiştim ve katı bir deterministin
kaleminden çıkma bir kurgudan başka bir şey değildim. “ Altın orta “nın güvenli
bir yaşamı garantileyen keskinliğine şüphe duymayı akıl edemeyecek kadar
inandırılmıştım. Ne yalan söyleyeyim, yazarımın beceriksizliği bir yana
bırakılırsa, uygulanmaya çok elverişliydi. Aşırı olandan kaçın, ölçüyü koru. Bu
kadar basit işte!”
Kafası karışık bir yazardan, boyun eğmiş bir kahramandan
başka bir şey çıkmasının zaten mümkün olmadığını düşünen okurlar çıkacaktır. Yine
de acele etmeyelim derim ben, öykü denen türün doğası gereği bir sürpriz
beklemek okurun hem hakkı bazen de ödevidir.
“ Bu kadar basit işte’nin
bu kadar sıkıcı işte’ye dönüşmeye başladığını ve dönüşümü engelleme konusunda
elinden hiçbir şey gelmeyen yazarın çaresizliğinin sezgisinin belirginleşmeye
başladığı günlerdi. Değişim henüz görünür değildi ama kahramanıyla benzer bir
sezgiyi taşıyan ve bu durumdan hiç de hoşnut olmayan yazarın huysuzlukları bir
çalkantının geldiğini hissettiriyordu. Yazdığı gibi yaşıyordum. Sabahları güne
gözlerimi açıyor; o kadar erken uyanmanın, uyanıp yollara düşmenin saçma
olduğunu düşünmeksizin mekanik hareketlerle evden çıkmak için hazırlanıyordum.
Sokaklarda yanımdan geçen insanların gözlerinde gördüğüm koyu gri donukluğun
anlamını sorgulamıyor, yazarın benim için ayrıntısıyla betimlediği iş yerime
gidiyor, oradaki insanlarla derinliğinin ölçüsünü yine yazarın belirlediği
sohbetler ediyordum. Kimsenin hayatına burnumu sokmuyor, yerine göre cömert ve
yeterince cesur davranışlar sergiliyordum. Düpedüz sıkıcı bir adam olduğumu
hissetsem de aşırı olanın tehlikesini göze almama izin olmadığını biliyordum. Zaman
zaman kendimi, beni kurgulamakla kalmayıp, üşenmeden kâğıda döken kişinin, yani
yazarın, nasıl biri olduğunu düşündüğüm bir kör noktada yakaladığım oluyordu ve
yazarın buna asla izin vermeyeceğini bildiğimden işin içinde bir bit yeniği
olduğundan şüpheleniyordum. Hayatımda en az benim kadar sağlamcı – ya da sıkıcı
– bir kadın vardı. İş çıkışı kent merkezindeki ünlü bir pastanende karşılıklı salep
içip, o, günün dedikodularını anlatırken,
başı ağrımıyor veya canı sıkkın değilse veya her ay neredeyse on gün süren regl
günlerinden birine denk gelmemişsek sözü evime gitmeye nasıl getireceğimi
düşünür dururdum. Yüzünde dikkat çekici bir güzellik yoksa da, vücudu idare
edilirdi. Yani yazarımın sık sık hatırlattığı gibi yüzüne bakılmayacak biri
değildi. Biraz fazla konuşuyor olmasının dışında, onu sempatik bulduğum da
oluyordu. Salebin üzerindeki tarçını genzime kaçırmadan içebilmek için
didinirken pastanedeki başka güzel kadınlara bakma arzumu frenleyenin ben
olmadığımın çok da farkında oluyor, bakışlarımı denetleme gücünü elinde tutan
kurgucuma içten içe diş biliyordum ki, bunu yapamıyor olmam gerektiğinin
bilincine varmam epey zaman aldı. “
Bu noktada dürüstçe belirtilmeli ki, yazarın kontrolü uzun
süre elinde tutmasını beklemek safdillik olurdu. “ Altın orta “ meselesi
başından saçmalıktıysa da, kurgunun birazdan şahit olacağımız ilerleyişi
açısından elzemdi. Lütfen az daha sabır.
“ Beni kurgulayandan
bağımsız bir istencimin olabileceği düşüncesinin yavaş yavaş şekillenmeye
başladığı günlerden biriydi. İş çıkışı her zamanki pastanede – hayatıma yerleştirilmiş
– kadının gelmesini bekliyordum ki, daha önce de birkaç kez aynı masada
otururken görmüş olduğumu hatırladığım o kadının bana göz kırptığını hayretle
fark ettim. Üstüme alınmadım tabii önce. Arkama dönüp, göz kırpabileceği başka
birinin olup olmadığını kontrol etme ihtiyacı o denli büyüktü ki, nefesim
kesilmiş ve yapmama izin verilemeyen o eylemin can yakıcı tırmalayışı yüreğimin
çok yakınından geçmişti. Yazarımın huzursuz kalem oynatışları yüzüme doğru
sallanan işaret parmağı gibiydi. ‘ Başını kaldırıp bakmayacaktı kadından yana”
cümlesinin sonuna koyduğu noktanın sertliği içimde cılız bir isyan duygusu
yaratsa da bakışlarımın kadından yana kaymaması için mücadele veriyordum. O
mücadelenin de verilmiyor olması gerektiğini o anda düşünecek durumda değildim.
Direkt bakmasam da kadının önündeki dizüstü bilgisayarın klavyesinde hızlıca
gezinen parmaklarının gürültüsü kalbimin gürültüsüne karışıyordu. Daha da
beteri, paniklediği artık iyice belirginleşen yazarımın zihni iyice bulanmış
gibiydi. Beklediğim kadının gelmesini bir türlü sağlayamayışı da benim suçum
değildi ya. Beni kurgulayanın zihninden saklamaya uğraştığım düşünceler
geçiyordu aklımdan: sevecen ve şefkatli bir göz kırpışı olduğunu düşünüyordum,
yazdığı her neydiyse, arada bir ondan başını kaldırıp bakışlarını üzerime
sabitleyen kadının. O göz kırpışın ardından bakışlarımız karşılaşmamış olsa da,
kurgunun bir yerinden söküldüğünü ve bunda kadının becerikli görünen
parmaklarının rolü olduğunu düşünüyordum. Men edilmiş bir bakışmaya şiddetle
ihtiyaç duyuyor, o neşeli bakışlarda bir cevap bulabileceğimi umuyordum. “
Altın orta “nın canı cehenneme, düşüncesinin aklımdan geçmekte olduğunu fark
etmemle yazarımın böyle bir düşünceye asla izin vermeyeceğinin bilincine varmam
aynı ana denk geldi. Ardından gelen aydınlanma için kadının bakışlarına
ihtiyacım vardı, gözlerimi ona doğru kaldırdığımda bunu beklemekte olduğunu
gördüm. Hınzır bir gülüş yüzünde, daha mı anlamadın diye sorar gibi
titreşiyordu. Beni düzenli, ölçülü, hep orta yoldan gitmeye mahkûm bir kurgunun
içine hapseden yazarımın kurgulayıcısına bakmakta olduğumun bilinciyle dağlandı
yüreğim. Kahramanı olduğunu sandığım bir öykünün yazarının da kadın tarafından
yazılmakta olan bir öykünün kahramanı olduğunu anlamamla kendimi yazarımın da
onun yazarının da içeriden dışarıya mı yoksa dışarıdan içeriye mi olduğu
konusunda asla emin olamayacakları bir yere dar attım. Son anda ve güçlükle
kurgudan kurtulurken, aynı hoşnutlukla gülümsemeye devam eden yazarımın
yazarına bakıp, kim bilir o kimin kurgusu diye düşündüm. “
Hikâyenin bu şekilde sonlanmasının okurda yaratacağı düş
kırıklığının etkisi azaltmak için suçu kurgunun kurgucusu olan ilk zihne
atabilirdik. Onu da kurgulayanın kim olduğunu bilme şansımız olsaydı rahatlamanın
bir yolu bulabilirdik. Ne ki, sonsuz çok
uzun bir mesafeydi. Ve insan zihninin tüm acısı o mesafe arasına geriliydi.
Varsa, en başından bu yana…
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)