Yapabilseydim,
dudaklarıma değmiş yağmurun
suyundan sürerdim karanlık ağzına...
Mey
29 Kasım 2014 Cumartesi
28 Kasım 2014 Cuma
Soruların Hikayesi...
Soruların Hikâyesi
Bu dağlarda soğuk, insanın iliklerine işler. Ana Maria ile
Mario, ocak şafağından on yıl önceki bu keşif gezisinde benimle birlikteler.
Her ikisi de gerillalara yeni katıldı ve bir piyade teğmeni olarak benim
görevim, onlara daha önce başkalarının bana öğrettiği şeyi, dağda yaşamayı
öğretmek. Önceki gün, koca Antonio'yla ilk defa karşılaştım. İkimiz de
birbirimize yalanlar söyledik.
O, mısır tarlasına bakmaya gittiğini söyledi, ben de ava
çıktığımı. İkimiz de yalan söylediğimizi ve ikimizin de bunu bildiğini
biliyorduk. Ana Maria'yı keşfe devam etmesi için bırakıp, pusulanın yardımıyla
önümdeki yüksek tepeyi haritan üzerinde bulup bulamayacağımı görmek için nehre
geri döndüm. Aslında koca Antonio'yla yeniden karşılaşmak istiyordum. O da aynı
şeyi düşünmüş olacak ki, daha önce karşılaştığımız yerde yeniden rastlaştık.
Tıpkı dün olduğu gibi, koca Antonio yere oturmuş, yeşil
yosunlarla kaplı huapac ağacına sırtını dayamış, sigarasını sarıyor. Karşısına
oturup pipomu yakıyorum.
Peki, siz de bizim eşkıya olduğumuzu düşünüyor
musunuz?" diye soruyorum. Koca Antonio, havaya doğru koca bir duman
üfleyip öksürerek kafasını olumsuz anlamda sallıyor. Bundan cesaret alarak bir
soru daha soruyordu: "sizce biz kimiz?"
"bunu senin anlatmanı tercih ederim." diye
cevaplıyor, gözlerimin içine bakarak.
"uzun bir hikaye bu!" deyip zapata'yı ve villa'yı,
devrimi, toprakları, adaletsizliği, açlığı, cehaleti, hastalığı, baskıyı ve her
şeyi anlatmaya başlıyorum. Sözlerimi, "işte zapatista ulusal kurtuluş
ordusu böyle doğdu." diyerek noktalıyorum. Ben konuşurken sürekli yüzüme
bakan koca Antonio'nun yüz çizgilerinde bir işaret arıyorum.
"zapata'dan az daha bahsetsene," diyor, biraz daha
duman üfleyip öksürürken.
Anlatmaya Ananecuilo'yla başlayıp, ayala planı, askeri
örgütlenme, köylerin örgütlenmesi ve chinameca ihanetiyle devam ediyorum.
Hikayem bitene kadar koca Antonio bana bakmayı sürdürüyor.
Ben bitirince, "hikâye böyle değildi," diyor.
Şaşkınlıkla, "değil miydi?" diye kekeliyorum.
"hayır, değildi," diye üsteliyor koca Antonio.
"şimdi sana zapata'nın gerçek hikâyesini anlatacağım."
Biraz daha tütün çıkarıp sigara sarmaya başlıyor, bir yandan
da hikâyesini anlatıyor. O anlatırken, geçmişle şimdi, tıpkı benim pipomun
dumanıyla onun sigara dumanı gibi iç içe giriyor, birbirine karışıyor.
"tarihin çok eski çağlarında, dünyayı yaratan ilk
tanrılar hala geceleri ortalıkta gezinirken, ik'al ve votan adlı iki tanrının
varlığından bahsedilir. Bu ikisi aslında tek bir tanrıydı. Biri arkasını
döndüğünde öbürü, öbürü döndüğündeyse diğeri görülebilirdi. Birbirlerinin tam
zıddıydılar. Biri, nehirdeki mayıs sabahı gibi aydınlıktı. Diğeri, mezarlıktaki
gece gibi karanlık ve soğuktu. Aynıydılar. İkisi birdi, çünkü birini oluşturan
diğeriydi. Ama yürümezlerdi. Aslında bir olan bu iki tanrı, daima oldukları
yerde durur, hiç kıpırdayamazlardı. Bir keresinde 'ne yapsak acaba?' diye
sordular birbirlerine. 'hayat böyle hüzünlüdür," diye şikayet ettiler,
aslında bir olan ve oldukları yerde kalan bu iki tanrı. 'gece bitmiyor' dedi
ik'al. 'gün bitmiyor,' dedi votan. 'hadi yürüyelim,' dedi aslında iki olan biri
ötekine. 'nasıl yürüyeceğiz?' diye sordu öteki. 'nereye?' diye sordu ilki.
"sonra fark ettiler ki, önce nasıl, sonra nereye diye
sorarak azıcık da olsa hareket edebiliyorlardı. Aslında iki olan biri, az da
olsa hareket ettiklerini görünce mutlu oldu. Sonra ikisi de aynı anda hareket
etmek istediler ama beceremediler. 'şimdi ne yapsak acaba?' önce biri, sonra
diğeri öne doğru eğildi ve bir kez daha hareket ettiler. Sonra ortak bir karara
vardılar, artık hareket edebildiklerine göre, önce biri, sonra diğeri hareket
edecekti. Böylelikle hareket etmeye başladılar, kimse hareketi önce kimin
başlattığını hatırlamıyordu, çünkü sonunda hareket edebiliyor olmaktan çok
mutluydular. 'artık hareket edebildiğimize göre, hareketi önce kimin
başlattığının ne öncemi var?' dediler, birbirinin ayıbı olan iki tanrı. Gülmeye
başladıktan sonra anlaşmaya vardıkları ilk konu, dans etmek oldu. Böylece dans
ettiler, biri bir adım atıyor, diğeri başka bir adımla onu takip ediyordu. Dans
ederek uzun bir zaman harcadılar, çünkü dans etmekten çok mutluydular.
"sonun da dans etmekten yorgun düştüler ve dans dışında
ne yapabileceklerini düşünmeye başladılar. İlk sorunun 'nasıl hareket
edebiliriz' in cevabını bulmuşlardı: 'beraber, ama anlaşarak ve ayrı olarak.'
bu soruyu pek kafalarına takmadılar, çünkü sordukları sorunu farkına
vardıklarında, zaten çoktan hareket etmeye başlamışlardı. Sonra, önlerinde
gidilecek iki yol olduğunu gördüklerince ikinci soru geldi. Yollardan biri
kısaydı. Yolun çok yakınca bir yerlerde son bulduğunu açıkça görebiliyolardı.
Ayaklarında hissettikleri, yürümekten kaynaklanan haz öylesine büyüktü ki,
hemen kısa bir yolda yürümek istemedikleri konusunda anlaştılar ve uzun yolu
seçerek yürümeye başladılar. Uzun yolu seçerek verdikleri cevap onları başka
bir soruya götürdü: 'bu yol nereye gidiyor?' uzunca bir süre bu sorunun cevabı
üzerinde düşündüler ve aslında bir olan bu iki tanrı, bu uzun yolu yürümeden
sonunun nereye varacağını göremeyeceklerinin farkına vardılar. Eğer oldukları
yerde kalırlarsa, uzun yolun nereye varacağını asla bilemeyeceklerdi.
"böylelikle aslında bir olan bu iki tanrı, birbirlerine
'haydi, yolın sonuna dek yürüyelim öyleyse,' diyerek yola çıktılar; önce biri,
sonra diğeri. Bir süre sonra uzun yolu yürümenin uzun zaman alacağını fark
ettiler ve ortaya başka bir soru çıktı: ' bu kadar yolu uzun süre yürümeyi
nasıl becereceğiz?' oldukça uzun bir süre bunun cevabını düşündüler, önce
ik'al, gündüzleri nasıl yürüyeceğini bilmediğini, sonra da votan geceleri
yürümekten korktuğunu söyledi. Uzun uzun ağladıktan sonra ulumayı kesip bir
karara vardılar. İk'al ın geceleri, votan'ın da gündüzleri yürüyebileceğini
fark ettiler. Sorunu cevabını bulmuş oldular; böylelikle her zaman
yürüyebileceklerdi.
"işte o günden beri tanrılar hep bu şekilde soru
sorarak ve durmaksızın yürüyorlar. Asla bir yere varmazlar ve asla bir yerden
ayrılmazlar. Böylece dürüst kadınlarla dürüst erkekler tanrılardan soruların
sadece yerinde durmak için değil, yürümek için de gerekli olduğunu öğrendiler.
O gün bu gündür dürüst erkeklerle dürüst kadınlar yürümek için sorular
sorarlar, bir yere vardıklarında 'hoşça kal ', oraya veda ederken de 'merhaba'
derler. Asla oldukları yerde durmazlar.
Artık iyice kısalmış olan pipomun ağızlığını kemirerek
oturuyorum. Koca Antonio'nun anlatmaya devam etmesini bekliyorum, ama onun daha
fazla konuşmaya pek niyeti yok gibi görünüyor. Söyleyeceği önemli bir şeye
engel olmaktan çekinerek. "peki ya zapata?" diye soruyorum.
Koca Antonio gülümsüyor. "bilmek ve yürüyebilmek için
soru sorman gerektiğini şimdi öğrendin işte." öksürüp ne zaman sardığını
fark etmediğim bir sigara daha yakıyor. Sözcükler ağzından, dudaklarının
arasından çıkan dumanların arasından, toprağa düşen tohumlar gibi dökülüyor.
"zapata, bu dağlarda ortaya çıktı. Zapata doğmadı,
derler. Sadece birdenbire beliriverdi. Onun, çıktıkları uzun yolun ardından
buraya ulaşan ik'al ve votan'ın ta kendisi olduğunu, iyi insanları korkutmamak
için tek bir kişiye dönüştüğünü söylerler. Bu kadar uzun süre beraber
yürüdükten sonra, ik'al ve votan birbirlerinin aynı olduklarını, gündüzleri ve
geceleri tek bir kişiye dönüşebildiklerini öğrenmişlerdi. Buraya vardıklarında
bir oldular ve zapata adını aldılar. Zapata, buraya vardığını ve buranın o uzun
yolun nereye varacağı sorusunun cevabını bulacağı yer olduğunu söyledi. Bazen
aydınlık, bazen karanlık olacağını, ama hep tek olacağını söyledi; votan zapata
ile ik'al zapata, beyaz zapata ile siyah zapata. Her iki yol da dürüst erkekler
ve dürüst kadınlar için aynı yoldu."
Koca Antonio, heybesinden küçük bir naylon torba çıkarıyor.
İçinde Emiliano Zapata'nın 1910 tarihli çok eski bir fotoğrafı var. Zapata'nın
sol eli bel hizasındaki süvari kılıcını kavramış. Sağ elinde ise bir tüfek
duruyor. Üzerinde, omzundan çaprazlama asılmış iki fişeklik, bir de göğsünü
soldan sağa dolanan siyah beyaz bir kuşak göze çarpıyor. Ayakları hem
duruyormuş hem de yürüyormuş, bakışları sanki 'işte buradayım!' ya da
'geliyorum oraya!' der gibi. İki merdiven var. Karanlıktan çıkıp gelen birinde,
daha karanlık suratlı zapatistalar var, sanki derinlerden geliyor gibiler.
Aydınlatılmış olan diğer merdivendeyse kimse yok, nereden gelip nereye gittiği
belirsiz. Tabii eğer tüm bu ayrıntıları gördüğümü söylersem yalan olur, bu
ayrıntılara dikkatimi çeken koca Antonio oldu. Fotoğrafın arkasında şunlar
yazılıydı.
General emiliano zapata, güney orduları komutanı.
Gral. Emiliano zapata, jefe del ejercito suriano.
Le general emiliano zapata, chef de l'armee du sud
1910. Fotoğraf: agustin v. Casasola.
Koca Antonio, "bu fotoğrafa çok soru sordum. Öyle
geldim buralara," diyor. Öksürüp sigara izmaritini fırlatıyor. Fotoğrafı
bana vererek, "al bunu," diyor, "böylelikle ona sorular
sormayı... Ve yürümeyi öğrenirsin. Vardığında ' hoşça kal ' demek daha iyidir.
O zaman ayrılırken acı çekmezsin." gitmeye hazırlandığını belli ederek
elini uzatıyor.
O günden sonra koca Anotino, beni her gelişinde "hoşça
kal!" diye selamladı ve her gidişinde el sallayarak "geldim
işte!" dedi.
26 Kasım 2014 Çarşamba
25 Kasım 2014 Salı
24 Kasım 2014 Pazartesi
Hep.../ Haiku
Yapabilseydim,
güz'ü terk etmiş kuşların
dilimin ucunda unuttukları şarkıyı söylerdim.
Sana. Hep...
Mey
Kyin Shim
güz'ü terk etmiş kuşların
dilimin ucunda unuttukları şarkıyı söylerdim.
Sana. Hep...
Mey
Kyin Shim
19 Kasım 2014 Çarşamba
18 Kasım 2014 Salı
17 Kasım 2014 Pazartesi
Sabah / Masal Ki...
a .a. p için...
Bu gün ne yapacaksın, diye sormuştu adam. Ayrı geçirilecek zamanın kıskançlığı ve yakıcı özlemiydi sesindeki.
Anlamıştı kadın. Gülümsemişti üstelik.
Bekleyeceğim, demişti. Dönüşünü.
Uzunca kurdular o anı. Ayrı ayrı. Ve hayıflandılar:
Olabilirdi...
Mey
T. Gosselin
15 Kasım 2014 Cumartesi
Şüphe ve Kesinlik...
Bilmiyoruz.
Eminiz öte yandan.
Bendekinin sen,
sendekinin ben oluşuna.
İnsanız: Şüphe gitmiyor başımızdan.
Soruyoruz: Büyük bir şüphe, nasıl bunca kesin olabilir?
Cevabı bilmiyoruz.
Eminiz öte yandan. Günler geçiyor.
Şüphe ve kesinlik, tatlı tatlı biçiyor içimizde bir yeri.
Sesimizi çıkarmıyoruz...
Mey
Eminiz öte yandan.
Bendekinin sen,
sendekinin ben oluşuna.
İnsanız: Şüphe gitmiyor başımızdan.
Soruyoruz: Büyük bir şüphe, nasıl bunca kesin olabilir?
Cevabı bilmiyoruz.
Eminiz öte yandan. Günler geçiyor.
Şüphe ve kesinlik, tatlı tatlı biçiyor içimizde bir yeri.
Sesimizi çıkarmıyoruz...
Mey
13 Kasım 2014 Perşembe
11 Kasım 2014 Salı
Çingene Falı...
İçimdeki çingenenin falı kötü çıktı, diyor.
Nasıl kötü, diye soruyorum. İçinde çingene mi var, sorusunu atlamışlığım salt şaşkınlığımdan.
' Ebedi yakınlığın düşüncesi olan bir düşüncenin kıyısında yaşıyor!muşuz, diye cevap veriyor.
Şaşkın bakıp, bunun neresi kötü, diyorum.
Falcılığı kötü, diyor.
Anlamadım, diye atılıyorum cidden anlamadığımdan.
Anlamamamı ayıplar gibi bakışı.
Bizimki, diyor. Ebedi yakınlık değil.
Ne peki, diyorum sabrım çoktan tükenmiş gibi.
Ebedi uzaklık, diyor. Ebedi kalmaya ahdetmiş bir uzaklık. Gözleri dalgın, susuyor.
Sessizlik uzayınca, boş ver diyorum. Fal işte!
Çingene işte, diyor o da gülerek. Birer çay daha istiyoruz, sözü yitirmiş boğazımızı ılık tutmak için...
Mey
Nasıl kötü, diye soruyorum. İçinde çingene mi var, sorusunu atlamışlığım salt şaşkınlığımdan.
' Ebedi yakınlığın düşüncesi olan bir düşüncenin kıyısında yaşıyor!muşuz, diye cevap veriyor.
Şaşkın bakıp, bunun neresi kötü, diyorum.
Falcılığı kötü, diyor.
Anlamadım, diye atılıyorum cidden anlamadığımdan.
Anlamamamı ayıplar gibi bakışı.
Bizimki, diyor. Ebedi yakınlık değil.
Ne peki, diyorum sabrım çoktan tükenmiş gibi.
Ebedi uzaklık, diyor. Ebedi kalmaya ahdetmiş bir uzaklık. Gözleri dalgın, susuyor.
Sessizlik uzayınca, boş ver diyorum. Fal işte!
Çingene işte, diyor o da gülerek. Birer çay daha istiyoruz, sözü yitirmiş boğazımızı ılık tutmak için...
Mey
Uyurgezer ve Öteki...
Bütün gece hiç kırpmadı gözlerini. Uyurgezerin
adımlarını izliyordu çatısında. Her adım
yankılanıyordu, engelsiz, kendi boşluğunda,
yoğun ve kof. Pencerede durdu, bekledi,
düşerse yakalamak için. Ama
ya kendisini de sürüklerse düşerken? Bir kuş gölgesi mi
duvarda? Bir yıldız? Öteki mi? Elleri mi?
Boğuk bir gürültü duyuldu kaldırımda. Tan ağarıyordu.
Pencereler açıldı. Koştu komşular. Uyurgezer
iniyordu hızla demir yangın merdivenini
yardım götürmek için pencereden düşene....
Yannis Ritsos
adımlarını izliyordu çatısında. Her adım
yankılanıyordu, engelsiz, kendi boşluğunda,
yoğun ve kof. Pencerede durdu, bekledi,
düşerse yakalamak için. Ama
ya kendisini de sürüklerse düşerken? Bir kuş gölgesi mi
duvarda? Bir yıldız? Öteki mi? Elleri mi?
Boğuk bir gürültü duyuldu kaldırımda. Tan ağarıyordu.
Pencereler açıldı. Koştu komşular. Uyurgezer
iniyordu hızla demir yangın merdivenini
yardım götürmek için pencereden düşene....
Yannis Ritsos
10 Kasım 2014 Pazartesi
Saatler ve Tutku...
Günü bıraktı,
öğle sonlarını da.
Sabahı bıraktı,
kuşluk vakitlerini de.
akşam üstleri zorlu hala;
rengi sevilen bir şeyi - kimseyi - anımsattığından belki.
Aynı düş mümkün mü, merakının hesaplattığı saatleri?
Üzerinde çalışıyor...
Mey
öğle sonlarını da.
Sabahı bıraktı,
kuşluk vakitlerini de.
akşam üstleri zorlu hala;
rengi sevilen bir şeyi - kimseyi - anımsattığından belki.
Aynı düş mümkün mü, merakının hesaplattığı saatleri?
Üzerinde çalışıyor...
Mey
8 Kasım 2014 Cumartesi
Bulunmuş Mektuplar / İyiyim…
Mektuplar evime, at pazarından satın aldığım eski bir
komedinin çekmecesinde geldi. Hiç açılmamış zarfları gördüğümde, birinin okumak
istemediği mektupları buraya atıp unuttuğunu düşündüm. Her birinin başka kişilerden bambaşka
kişilere gönderilmiş mektuplar olduğunu fark ettiğimde merak dayanılmaz hale
gelmişti. Çekmeceleri temizleme işini bir yana bırakıp elime gelen ilk zarfı
açtım. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından yazıldığı belirsiz
birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
İyiyim.
Unutmaya çalışıyorum. Bir de anlamaya.
Gün’ün benden çekildiği
Ve geri döndüğü saatlerin göğ’üme yayılan
renginin
İçimi neden bunca acıttığını.
Unutmuyorum yine de.
Anladığım da söylenemez.
Ama iyiyim…”
Anladığım da söylenemez.
Ama iyiyim…”
Mektubu usulca zarfına yerleştirdim. Anlamadığını unutamamanın
acısı geçmez ki, diye düşündüm. Keşke geçse…
Mey
6 Kasım 2014 Perşembe
Hikaye'den Yol...
Uç uca eklenmiş küçük
hikayelerden yapılmış -
uzun, upuzun - bir yoldu asıl hikaye.
Üzerinde hiç yürünmeyen ve hep düş'lenen...
Mey
hikayelerden yapılmış -
uzun, upuzun - bir yoldu asıl hikaye.
Üzerinde hiç yürünmeyen ve hep düş'lenen...
Mey
4 Kasım 2014 Salı
Kendini Kuş Sanan Balığın Kısa Öyküsü...
Anladı, aslında kuş olmadığını
oltanın ucunda
çırpınırken. İçi elvermedi kabule.
Kanatlarımdan vurulmuş olmalıyım, diye düşündü iğne ağzını yırtmadan hemen önce...
Mey
oltanın ucunda
çırpınırken. İçi elvermedi kabule.
Kanatlarımdan vurulmuş olmalıyım, diye düşündü iğne ağzını yırtmadan hemen önce...
Mey
3 Kasım 2014 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)