30 Nisan 2016 Cumartesi

Kurguda Sapma..

Öykünün sonu belliydi. Öz'üne denk ve olabildiğince net.
Her şey hazırdı. Düş'ünülmüştü defalarca. Şöyle olacaktı:
Karakterlerden biri, az zorlanarak, soracaktı;
- Neredesin?
Yanıt beklenmedik bir hızla gelecekti;
- Sendeyim.
Öyle olacaktı. Tastamam böyle bitecekti, kurgu son anda su koyvermeseydi...


Mey




27 Nisan 2016 Çarşamba

Ev / Haiku

Senden ibaret bir koza,
böceğin tüm özlemi...

Mey




25 Nisan 2016 Pazartesi

Yazgı ve Eksiklik...

Eksik bırakılmış bir yazgıymış meğer,
durmaksızın baktığımız göğ'ün
gözden gizlediği.
Boşlukları doldurmaya gücü yetmedi kimimizin,
kimimizin de malzemesinden çalmıştı hayat sezdirmeden.
Eliot demişti ya: "  Aylardan en zalimidir nisan."
Bu nisan. Tam da bu nisan. Geçiyor, geçecek.
Ziya'nın kendini bir yalnızlıktan bir karanlığa astığı bahardı diyeceğiz zamanı imlemek için,
ve dilimiz kopmayacak!


Mey


                                                       Alberto Giacometti

20 Nisan 2016 Çarşamba

Herkesin Bir Olmazlığı Varsa…

Sinemadan çıkmış, çıktığımızda günün aydınlığının geride kaldığını, inen akşamın günün hayhuyuna gizlediği baharın en kallavi kokularının tümünü cömertçe açık etmeye başladığını fark etmiştik ilkin. Tenhalaşan sokaklara vuran ağaç gölgelerinin üzerinden geçerken sessiz bir anlaşmayla Olgunlar’a doğru ilerlemeye başlamıştık. Aramızdaki dile vurmamış gerginliğin nedeni, onun az önce çıktığımız filmden söz etmeye can atmasına karşın benim izlediğim filmleri konuşmaktan hoşlanmıyor olduğumu bir kez daha anımsamış olmamızdı. İkimizin de bildiği, sonuçta onun başlarım film sessizliğine atarıyla birkaç cümle kurmakla başlayan diyalog arayışının benim kararlığı sessizliğime toslayacağıydı. Gerginliği sona erdirmenin yolunun midye tavanın eşlik ettiği soğuk bira bardaklarının avcumuzda yaratacağı serinlik hissi olduğunun farkındaydık. Ayaklarımızın kendiliğinden Olgunlar’a yönelmiş olmasının açıklaması da söz konusu farkındalıktı. Filmden kaydettiğimiz sahneler – mutlaka farklı sahnelerdi bunlar, aynı şeylerin bizde iz bıraktığı nadir bir durumdu çünkü -zihnimizde canlanırken geçtiğimiz binaların bahçelerinden yayılan leylak ve hanımeli kokularından oluşan karışımı içimize çekiyorduk. Ay kendini tamamlama telaşının akşama süs olduğunun farkında olmaksızın tepemizde parlıyordu. Akay’ın yapay aydınlığına çıkıp hızla karşıya, karanlık bir sokağa dalmıştık ki, o az önce izlediğimiz filmin jeneriğine eşlik eden şarkıyı ıslıkla çalmaya başladı. Her zaman oturduğumuz barın kalabalık bahçesinin önünde boş bir masa bulmak için bakınıncaya kadar çalacaktı parçayı ve salt bu yüzden akşamı kısa tutmak istemeyeceğimi bilmenin güvenli ve kendini gizlemeye gerek duymayan gülüşü olacaktı ağzının kenarında.

Boş bir masaya yerleşip, biralarımızı ve midyemizi ısmarlayıp bir süre konuşmadan etrafımızı, barın diğer masalarını işgal edenleri izleyecektik. Üniversiteliler, iş çıkışı tek tekçileri, alçak sesle konuşan sevgililer, kalabalık ve gürültücü masalarla çevrelenmişliğimizi görüp birbirimize dönecektik, biralarımız masaya nihayetinde geldiğinde. Bu sırada Chet Baker’in, I’am İnto You’sunun çalmaya başladığını işitecek, elimizde olmadan gülümseyecektik.

N’oldu senin şu hikâye, diye soracaktı birasından ilk yudumu alırken bir yandan da midye tavaya saldırışıma gülerken. Ağzımdaki lokmayı yutamadan gelen soru yüzünden tıkandım tıkanacağım soruyla karşılık verecektim: Hangi hikâye? Çatalındaki midyeyi sosa bulayışına dalıp gidecektim eninde sonunda cevap vermem gerektiğini bilerek. Hani şu, yazabilmeyi hep ve en çok isteyeceğin öyküye benzediği için tutkunun içine çöreklendiğini söylediğin meseleyi, diyorum dedi uzatmadan. Haa, o mu dedim. Haa, o muymuş!  Nereden çıktı şimdi bu bakışını yüzüne diktim. Bir şey olduğu yok, dedim. Niye, sorusu ağzındaki bira kalıntısını elinin tersiyle silerken geldi. Bazı öyküler ya yaşanır ya yazılır, dedim dediğimin kötü bir klişe olduğunu bilerek. Daha iyisi elimden gelmeyecek gibiydi. Yazdın mı peki, sorusu da doğaldı bu durumda. Daha değil, dedim gülerek. Boş ver şimdi bunu. Sahte bir öfke yerleşti yüzüne. Filmi konuşma, tutku dolu öykülerden söz etme, midyenin çoğunu mideye indir ne yapacağım ben seninle peki, dedi. Tabakta kalan son midyeye doğru yönelttiğim çatalımın önünü yarı yolda kesecekmiş gibi bakıyordu bir yandan da. Çatallı elim havada asılı kalmış, bakışlarındaki ‘ hadi bakalım!’ meydan okumasının ne kadar ciddi olabileceğini tartarak baktım yüzüne. O hikâyenin çekiciliği olmazlığında, dedim bir şey vermem gerektiğinden. Artık midyeye yoğunlaşabilirim diye düşünüp çatallı elimin yolun kalanını kat etmesine izin verdim. Herkesin bir olmazlığı var demek, diye karşıladı dediklerimi ve bu sırada elime indirdiği şaplak yeterince caydırıcı değildi. Midye sosunun ağzımın kenarına bulaşmasına aldırmadım. Boş ver sen benim gözümde büyüttüğüm fos hikâyelerimi de, şu kızı niye bıraktın onu anlat dedim. Biraz da o kıvransındı bakalım. Kıvrandığı filan yoktu, Nat King Cole’un, Sometimes I’am  Happy’sine ıslıkla eşlik ediyor, sorumun önemsizliğini anlatmak ister gibi omuz silkiyordu bir yandan da. Güzel şarkı, dedi. Güzel hem de acımasız bir şarkı olduğunu düşünmekte olduğumu söylemekten kaçınacaktım konu değişmesin diye. Eee, dedim. Söylemeyecek misin kızı neden bıraktığını? Benle ilgilendiği yoktu, masaların arasında koşuşturan garsonlardan birini yakalayıp biraların tazelenmesini istemeye bakıyordu. Geçiştirilmekten hoşlanmam. Konuşsana be adam, diyerek patladım. Güldü. Anlatacak bir şey yok, dedi. Olmadı işte. Peşini bırakmaya niyetim yoktu. Neden, diye üsteledim. Daha neden sözcüğü ağzımdan çıkarken gördüm bakışlarındakini. Olan olmuştu. İkinci biralar kalsın bence, kalkalım dedi. Olur, anlamında başımı salladım. Garsona işaret edip hesabı isterken, olabilecekleri düşünüp kendimi bir güzel kalayladım. Hesap görüldü. Kalkmaya davrandığımız yoktu üstümüze çöken ağırlıktan. Metroya kadar geleyim mi senle, önerisinin aklı başındalıktan uzak olduğunun bilincinde olduğunu görüp rahatladım. Yok, dedim. İki adımlık yol. Çantamı, montumu toparlarken üzerime diktiği bakışlarından son sözü ona bırakmamanın haksızlık olacağını anlıyordum. Kalktık, barın önünde veda için karşılıklı durduğumuzda geleceği karşılamak için hazırdım. Kolumu tutup, öpmek için yanağıma uzandığında, tek olmazlığı olan sen değilsin, dediğini işittim. Buyur ettim dediğini. Ben de onu öptüm. Film festivali için sözleştik yalandan. Olgunlar’dan Konur Sokağa doğru dönene dek orada öylece durup ardımdan baktığını biliyordum.

Sokağın iki yanını kaplamış ucuz kafe ve barlardan gelen ve birbirine karışan şarkıların arasından hızlıca yürüdüm. Meşrutiyet Caddesi’ne dönerken tutamadım artık kendimi: Herkesin bir olmazlığı varsa, dedim usulca. Louis Armstrong’dan West and Blues iyi gelir. Dediğime ikna oldum caddenin karşısına geçerken.


Mey











19 Nisan 2016 Salı

Uyku Sızıntısı / Haiku

Orta yeriden
yırtılmış uykunun sızdırdığı
niyeti bozuk bir dil'im. Konuşmadıkça...

Mey




16 Nisan 2016 Cumartesi

Bakışta Kapatılmış…

Tuhaflık bakıştaydı. Onun bakışlarında. Yöneldiğini görmüyor, görmediğini sürükleyip kendindeki bir şeye götürüp kapatıyor izlenimi veren bakışlarını ilkin fark edemeyişimin nedenini şimdi biliyorum. Dikkatsiz biriyim belki, diye atlatmıştım kendimi durumun ayrımına vardığımda. Belki onu dikkat etmeyi gerektirecek kadar ilginç bulmamış da olabilirim demeye kadar vardırmıştım pişkinliği. Her neydiyse sebep, başlangıçta gözümden kaçtı işte açıklamasını kime yaptığımı şimdi anımsamıyorum. Bizi tanıştıran Ece’ye mi, ona mı yoksa kendime mi?  

Genellikle içinde yer almaktan kaçındığım o gereksiz etkinliklerden birinde karşılaşmıştık. Bahanem güçsüz, beni oraya sürükleyen Ece ise ısrarcıydı. Baksan, dört milyonu aşan insan yaşıyor ama esasında küçücük bir memleket Ankara. Birbirini alkışlamaktan başka çaresi olmayan mini kliklerin tekrar tekrar benzer mekânlarda bir araya gelerek, anlamı sabit kalmak üzere farklı sözcüklerden oluşan cümleler kurabildiklerini görüp, bir süre sonra şaşırmamayı öğreniyorsunuz bu kentte. Şanslıysanız tüm bunlardan sıkılmamayı da. Kolay öğrenen biri değildim. Uzak durmayı da büyük oranda başarıyordum. Bu yüzden, ortamdaki varlığımın insanların birbirlerini dürtmesine neden olduğunu gördüğümde, gülüp geçtim elbette. Adam sende! Bir ikisi yanıma sokulup konuşmak isteyecekti. İstediler. Nerelerdesin, görünmüyorsun, neler yapıyorsun, yazıyor musun diye sormaya can atacaklardı. Sordular. Nemrutluk etme diye tembihlemişti Ece. Etmedim. Gülümse ve nazik ol da demişti. Gülümsedim. Nezaket konusunda çuvallamış olabilirdim. O kadar kusur kadı kızında da olurdu.

Seremoni başlamadan, diğerleri gibi sergilenen eserlerin arasında dolanıyor, kiminin gerçekten ilginç olduğunu düşündüğümden bir iki adım geriye çekilerek ve derken biraz daha yakınına sokularak baktığımda üşengeçliğimden sıyrılmama neden olanın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir yandan da,  beni oraya zorla sürükleyen arkadaşımın nerelerde olduğunu merak ediyordum. Geldiklerinde o ana kadar gördüğüm en etkileyici resmin karşısındaydım. Resimden anlayan biri olduğumu iddia etmeyeceğim, aksine çok bilindik birkaç eser dışında oldukça cahil sayılabilirdim resim sanatı söz konusu olduğunda. Kaç dakikadır karşında durup bakmakta olduğumu sorsanız cevap veremezdim. Görür görmez beni kendisine kilitlemiş, salonun kalabalığı ve gürültüsünden uzaklaştırmış, yalnızca bir şarkı veya güzel bir cümlenin yapmaya muktedir olduğunu düşündüğüm o yerden yükselme duygusunu yaşamama neden olmuştu.  İçimde yükselen mülkiyet arzusunun bana anlamsız gelişi bir yandan, bakışlarımı üzerinden çekersem hayati bir şeyi yitireceğim sezisi diğer yandan öylece kalakalmıştım resmin karşısında. Cılk yaraya batmış, ırmaklar kadar uzun bir boyundu baktığım. Parmaklarımdaki uzanma arzusu, dokunmayı şiddetle isteyen bir kıpırtıya dönüşüp beni zihnimin bilmediğim bir köşesinden gelen uyarı sinyallerini duymazdan gelecek hale getirdi getirecekti ki, geldiler. Bir an kaçıp gittiğini sandım, diyen Ece’nin neşeli sesi ilkin uzaktan gelen bir mırıltı gibiydi. Bakışlarımı resimden koparıp onlardan yana dönebilmek için sarf ettiğim çabayı fark etmedikleri gün gibi ortadaysa da, umurumda değildi ne düşünecekleri. Bakışlarım onlara dönük, gördüğümü algılama kapasitesi sırtımı güçlükle döndüğüm resme odaklanmış, geçen birkaç dakikayı baştan yitirmiş bir haldeyken bizi birbirimize tanıttı arkadaşım. Bildik sözcükleri sıralamayı başarmış olmalıyım. Oradan bir milim dahi kıpırdamayı istemiyor olduğum dışında herhangi bir şeyin farkına varacak halde değildim. Bakışlarını, onlardaki tuhaflığı, bu tuhaflığın bana sonradan çok tanıdık geleceğini…

Sonrasında, bu tür etkinliklerde olan şeyler olmuş olmalı. Orası bende kayıp.  Sergi salonundan ayrılmaya ayak diremek elimden gelmemiş olmalı bir de. Kendime, ben olana yakın bir şeye dönüştüğümde üçümüz bir barın tenha bahçesinde oturuyorduk. Önümüzde şarap kadehleri, masada domates ve salatalıkla süslenmiş bir peynir tabağı vardı. Ece durmaksızın konuşuyordu, hatta yalnızca o konuşuyor gibiydi. Sergide karşılaştıkları, tanımadığım biri hakkında anlattığı hikâye komik olmalıydı, her ikisinden aynı anda yükselen kahkahayı işitebildiğime göre aralarına dönmeye biraz daha yakın gibiydim. Başımı kaldırdım, bakışlarını gördüm. Tuhaflığını, o tuhaflığın benden bir şeye yakınlığının ayrımına varışımla imgelemimi işgal altında tutan resmin anısı ile bakışlarının özleşmesi bir oldu. Sürükledi ve kapattı. Kendiyle ve kendine. Resmi tanıdığım gibi tanıdım onu da. Sürüklenişime razı oldum itirazsız, kapatılmaya da.

Yazdıklarını okuyorum, dedi. Öyle mi, sorusuyla söylenenin tekrarını, hiç değilse altının çizilmesini isteyen Ece’ydi. Kendimi zorlayarak gülümsemiş olmalıyım. Gözlerimi boynundan uzak tutabilmenin mücadelesinin izin verdiği ölçüde gülümsemiş olmalıyım. Neyse ki Ece vardı ve neyse ki Ece yazdıklarım hakkında konuşmayı seviyordu. Ece bir monoloğa dönüşen konuşmasını sürdürürken, o tuhaf bakışların beni sürükleyip kapattığı yerde resmi kucaklamış halimden memnun oturuyordum. Daha fazlasının gelmekte olduğunu söyleyen iç sesime kulak tıkamış; daha ne olabilir ki iyimserliğinin ısıttığı yanaklarımın renginin onun bakışlarındaki aksine dalıp gitmiştim. Daha başka ne olabilir ki?

Ece kalkıp tuvalete gidebilir; koynuma bastırdığım resmi onunla paylaşmaya zorlayan o bakışlarla beni baş başa bırakabilirdi örneğin. Ece çabuk dönsün diye dilemeye kalmadan konuştu:
Tanıdın beni. Soru muydu, tespit mi anlamaya çalışmadan başımı salladım. Tanıdım. Nihayet.
Adımı söyle, diye emretti. Emirleri sevmezdim, cılız bir isyan duygusuyla atıldım: Asıl garabet bu resim!
Adımı söyle, diyordu isyanımı görmezden gelerek. Niye direnecektim ki?
Adını söylerken fark ettim, bakışlarında benim resme bakışıma çok benzeyen bir şey olduğunu. Niye susacaktım ki?
Adını söyledim. Her söyleyişimde az daha onunla kapatılarak. Defalarca söyledim.


Mey



13 Nisan 2016 Çarşamba

Yeni Hikaye...

Bu yeni, dedim. Tepemde dikilmiş anlamaya çalışır gibi bakıyordu halihazırda karaladıklarıma.
Eskisine ne oldu, diye sordu.
Bundan söz edemeyiz, diye kestim sözünü hemen.
Eskide mi kaldı yani, dedi hoşlanmamış gibi. İyiydi o.
Her şeyin, kendisine açıkça anlatılması, tek tek örneklenmesi gereken insanlar vardır ya; kavrayış netlikten geçer onlarda. Böyle biriydi, bunun için onu suçlayamazdım.
Olmayan konusunda konuşamayız, dedim kalemi elimden bırakırken.
Yok muydu öyleyse, sorusuna eklenen düş kırıklığının yüzündeki yansımasının sevilesi olduğunu düşündüm o sırada. Cevap vermedim.
Günün birinde bunun da " olmayan "a dönüşmeyeceğinin garantisi de yok galiba, derken sırıtıyordu.
Mümkün, dedim.
O zaman, dedi. konuşabildiğimizce konuşalım bunu.
Olur, dedim.
Olmamasına daha çok vakit olan yeni hikayenin ilk cümlesine ikincisini ekledim ardından.
Sonra biraz konuştuk. Daha da konuşacaktık. Vaktimiz de vardı, hikayemiz de. Yeniydi üstelik.


Mey



8 Nisan 2016 Cuma

Gelip Gidenler..


açmadığınız kapılardan girerler.

yolun pisi üstlerinde, arsız bir vakar kokusu duyarsınız ilkin.

gelirler, girerler, içinizden geçer

tozlu bir yol bırakırlar orada. sonra giderler.

yol,

toz

ve siz. terk edilmiş sokak kalabalığında bir ömür...




Mey




                      

7 Nisan 2016 Perşembe

Semafor...

Cılız. Işık.
Işık mı?
Belli belirsiz, seçilir seçilmez.
yorgun ve zayıf hepten.
Yine de. Aramızda.
Bir söz,
iki sezgi,
üç arzu. Ama cılız işte.
Yine de. Aramızda.
Bir sunu,
iki kavrayış,
üç susuş. Yetmez gibi umut.
Ama cılız işte.
Yine de. Aramızda...

Mey